flamenco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
flamenco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2014 Çarşamba

Manuela Barrios Gösterisi ve Bir Dergi

Haftasonu flamenkoyla ilgili tüm duygularımı yine coşturan bir gösterideydik. 14 yaşından beri flamenko yapan ve alanında sayısız ödüle sahip olan Manuela Barrios İTÜ Maçka Kampüsü Mustafa Kemal amfisinde muhteşem bir gösteri sergiledi.



"A Solas" isimli showu ve 2 günlük workshopu için Azul Endülüs Kültürü Flamenko Derneği' nin katkılarıyla ilk kez İstanbul' a gelen dansçıya gitarda Antonio Heredia ve vokalde Melchior Campos eşlik etti. 


Gösteriden harika bir an...


Öyle görünüyor ki Manuela Barrios' u tekrar burada göreceğiz çünkü çıkışta herkes ne kadar beğendiğini konuşuyordu ;)

Bu arada minik de bir not düşeyim. Gösteri öncesinde Türkiye' nin ilk flamenko dergisinin de tanıtımı ve satışı yapıldı. 


İşin daha da keyifli yanı bu ayki sayıda benim de yazımın oluşu :) Konu İspanya ve flamenko olur da gezi yazısı olmaz mı? Sizin daha önce buradan okuduğunuz Madrid ve Endülüs yazım Azul Mavi dergide yayınlandı. Mis kokulu sayfalara sahip olan ve ilk kez bir basım-yayım mertebesine erişen yazım olduğundan derginin yeri de bende ayrı takdir edersiniz ki. İnsanlık için küçük, benim için çok değerli bir adım da diyebiliriz :)


Dergiyi satın almak isterseniz http://www.dansadair.com/ adresine tıklayabilir ya da Beyoğlu Mephisto' da bulabilirsiniz.

5 Kasım 2013 Salı

Orası Bir Dans Mabedi

Bugün farklı bir çekim var sizler için. Burası bir dans atölyesi hatta bir tık ötesi belki, bir dans mabedi. 



"Melis Cangüler Dans ve Müzik Atölyesi" ve aynı zamanda "AzulMavi- Endülüs Kültürü ve Flamenko Derneği" burası. Kurucusu ise Türkiye' nin önde gelen flamenko dansçılarından Melis Cangüler. İstanbul' da yaşadığı dönem öğrencisi olmuş olmak benim için büyük bir şanstı. Güzel enerjisini muhteşem dansıyla birleştiren dünya tatlısı bir insan. Flamenko aşkının götürdüğü Ankara' dan dönüş yaptıktan sonra İstanbul' da bu kez kendi stüdyosunu açmaya karar verdi. Ve dernekle beraber Azul oluştu. 

Azul İspanyolca' da mavi demek, adına yakışır bir giriş.

Ve logoyu oldukça anımsatan bir aydınlatma.

Flamenkonun yanında tango, vals, pilates, yoga, zumba, oryantal, tango gibi pek çok dansı bünyesinde barındıran stüdyo oldukça keyifli bir hale getirilmiş. 
Daha önce birkaç farklı stüdyoda dans ettiğimden biliyorum, İstanbul' daki birçoğuna taş çıkarır :)



Dansla ilgili yine Melis Cangüler tasarımlı ürünleri satın alabiliyorsunuz mağaza kısmında. Süsler, şal, baskılı t-shirtler, mouse pad ve saatler...




Fulya' daki stüdyo epey geniş, aydınlık ve ferah. Küçücük odalarda sıkışarak değil böylesi rahat bir mekanda çalışmak gibisi yok. Mekan çekimimiz erken kararan kış tarifesine maruz kalmış olsa da ortamın sevimliliği sizi cezbetmiştir diye düşünüyor, siz bir de gün ışığının enerjisiyle görün burayı diyorum.


Şirin soyunma odası


Mini cafe alanının bulunduğu bölümde Endülüs tarzı mobilyalar ve detaylara yer verilmiş. Flamenkonun doğduğu bölge Sevilla' dan posterler ise olmazsa olmaz.


Müzik ve notalar her yerde...



Dans arası kahve molası verdiğinizde kütüphaneden dansla, flamenkoyla ve İspanyol kültürüyle ilgili kitapları karıştırabilirsiniz. Bu arada yakında burada çok renkli bol müzik ve danslı tapas geceleri de düzenlenecek şimdiden bilgisini vereyim. Katılmak isteyenler olursa blogda bilgilendirme yapacağım.


İşte flamenkoda kemik ve eklem sağlığı açısından rahat çalışabilmek ve istenilen sesin çıkabilmesi için gereken kontrplak zeminli stüdyo.



Zaman zaman çeşitli workshoplara ve yabancı eğitmenlere de ev sahipliği yapan AzulMavi' yi ziyaret ettiğim gün Iida Shigemi yönetimindeki Japon Şaman geleneğinden 3 hazine paylaşımı atölyesi vardı. 



Dansla ilgileniyorsanız mutlaka uğramanız gereken bir stüdyo burası. İletişime geçmek isterseniz 0507 651 3622 veya 0212 211 5133 numaralı telefonlardan ya da azuldernek@gmail.com mail adresinden Melis Cangüler' e ulaşabilirsiniz. Detaylı bilgiler ise http://azuldernek.com/ veya http://meliscanguler.blogspot.com/ya da http://melisdanskursu.com/ adreslerinde. 

17 Eylül 2013 Salı

Gezdim Gördüm #3: Madrid ve Endülüs

İspanya ile başlamışken, bu sıcakkanlı güzelim Akdeniz ülkesiyle ilgili yıllar içinde gezdiğim gördüğüm tüm detayları aktarmak istiyorum. Temmuz ve ağustostaki yazılardan sonra bu ayki Madrid ve Endülüs ile İspanya defterini şimdilik kapatıyorum. (önümüzdeki yıllarda farklı şehirlerle geri açmak üzere)

Madrid ile başlayalım. Evlenmeden önce ailemle gittiğim bu turda Setur' u seçmiştik ve belirtmeliyim ki tur boyunca hiçbir sıkıntı yaşamadık. Grubun kalabalık olmasından kaynaklanan olası problemlerin hiçbirini yaşamadık. Rehberimiz Aslı Hanım ise işini severek yaptığından aktardıklarını keyifle dinledik. Hafızam genelde çok kuvvetli olmasına karşın rehber bilgilerini es geçmiş olduğumdan sadece isimler mevcut gezi yazılarımda, şimdiden duyurulur :)

Sabah erken saatlerde Iberia havayollarıyla Madrid semalarından inişe geçtik. Temmuz sıcağının sabahın erken saatlerinde bile ne kadar kavurucu olduğuna inanamazsınız. (Madrid sıcağını Cordoba sokaklarında baygınlık geçirmemek için başımdan aşağı su boşaltırken mumla arayacağımı tahmin edemiyorum tabi o an) Otele yerleşir yerleşmez Madrid turu başlıyor. İlk durak Don Kişot anıtı. Yanındaki yaveri Sanço Panza ile  poz vererek yolumuza devam ediyoruz.




Buradan Cristobal Colon (Kristof Kolomb) heykelini görmeye ve Puerto del Sol meydanına geçiyoruz. Bu meydan oldukça büyük ve canlı olduğundan pek çok konsere ve çeşitli etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Aynı zamanda İspanya' nın ulaşım sisteminin de merkezi. 







Buradan Madrid' in heyecanla beklediğim en ünlü müzesi Museo Nacional del Prado' ya geçiyoruz. Diego Velazquez, El Bosco, Goya gibi İspanyol ressamlar başta olmak üzere pek çok İtalyan ressamın da eserinin bulunduğu bu büyük müzeyi gezmek gerçekten çok keyifli ve etkileyici. El Bosco' nun "El Jardin de las Delicias" ını, Velazquez' in "Las Meninas" ını dünya gözüyle görmelisiniz.

Akşam yemeği için rehberimizin tavsiyesi üzerine İspanyolların da sıklıkla tercih ettiği köklü bir mekan olan La Cabaña Argentina adlı bir Arjantin restoranını tercih ettik. Bildiğiniz gibi Arjantin mutfağı dendi mi akla sığır eti gelir. En çok sığır üreten ülkenin bunu pişirmedeki başarısı da dünyaca ünlü oluyor tabi. La Caaña' yı da bu yüzden tavsiye ediyorum Madrid' e yolunuz düşerse. Akşam yemeği İspanya' da 22.00' den itibaren anlam kazandığı için biz de bu saatte gidiyoruz ve geceyarısına doğru mekandan ayrılıyoruz. Buradan sonra ünlü gece hayatına olan merakımızı gidermek üzere Madrid' in en havalı gece klüplerinden birine giriyoruz. Palacio de Gaviria! Evet burası 19. yüzyıldan kalma gerçek bir saray. Gece klübüne çevrildiğinde duvarlardaki tüm freskler ve tarihi doku korunmuş. Dolayısıyla kendinizi sarayda bir baloya davet edilmiş gibi hissedebilirsiniz. Burası sadece disko olmaktan ziyade her türlü dans etkinliğinin yapıldığı bir dans klübü. Farklı salonlarda farklı etkinliklere, tango veya vals gecelerine denk gelmeniz olası. Görülmesi gereken bir mekan. 




Buranın bir gece klubü olduğunu tahmin edebilir misiniz?

Malum tur yolcusuyuz, ertesi gün yoğun bir program bizi bekliyor. Gece gezmesini fazla uzatmayarak hemen yakınlardaki İspanyol güzelliğini tatmaya gidiyoruz: "churros con chocolate". Bunu her gören Türk evladı, "aaaa bizim tulumba" yakıştırmasını yapar ki değil! İnsan yapısı gereği kendinde olanla bağ kurarak yeni olana yakınlık kurmak ister, tamam, buna karşı değilim ama yurtdışına çıkıp da kıyasladığı şeyin kendindekini övüp, oradakini küçümseyenlerin tavırlarını anlayamıyorum açıkçası. Farklı bir yerdesin, senin ülkendeki daha güzel olabilir ama oraya uyum sağla, tatilin keyfini çıkar işte! :) Evet tulumbamıza şeklen benziyor ama şerbetli değil, hamur yağda kızartıldıktan sonra üzerine şeker serpiliyor ve sıcak çikolataya batırılarak yeniyor. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin. 



İkinci günümüzde erkenden yollara dökülüyoruz, Toledo' yu görmeye. Bu tur extraydı, Madrid' e fazla zaman kalmıyordu gezmeye ama yine de Toledo' yu görmeden edemedim. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan İspanya' nın eski başkenti 16. yüzyıldan bugüne kadar değişmeden gelmiştir. Şehrin katedrali ise ünlü ressamların eserlerine ev sahipliği yaptığından dünyanın önde gelen müzelerinden de kabul edilir aynı zamanda. Katedral çıkışında yerel bir fotoğrafçı siz daha ne olduğunuzu anlamadan fotoğrafınızı çekiyor kaçak göçek. Siz yürüyüp gidiyorsunuz anlam veremeden sonra şehrin kapılarından çıkarken resminiz minik tabaklara basılmış birer Toledo hatırası haline geliyor. İzin ver bari poz verelim öyle çek :)


Akşam Madrid' e döndüğümüzde ise otelde kendimize bir çeki düzen verdikten sonra hazırlanıp çıkıyoruz. Önce yolumuzun üzerindeki Debod Temple' a uğruyoruz. Bu bir Mısır tapınağı. İspanya' da Mısır tapınağının işi ne? Şu ki; bu tapınak M.Ö. 2. yüzyılda Mısır' ın Aswan kentinde (Mısır gezimi yazdığımda Aswan' dan bolca bahsedeceğim) inşa edilmiş. 1960' ta Büyük Aswan Barajı' nın inşası esnasında tapınağın varlığı tehlikeye giriyor ve bunun üzerine UNESCO dünya çapında bir çağrı yapıyor bu tarihi mirası kurtarabilmek için. Önceden Abu Simbel tapınaklarını kurtarmış oldukları için de Mısır hükümeti Debod tapınağını İspanya' ya bağışlıyor. Hikaye bundan ibaret. 

O zamanlar henüz Mısır' daki Philae, Karnak, Luxor, Komombo gibi muazzam tapınakları görmemiş olduğumdan Debod Temple da bir hayli etkilemişti.

Tapınak turu biter bitmez Madrid' in en büyük ve en güzel parkı olan, şehrin kalbi El Parque del Retiro' ya geçiyoruz. Tabii ki flamenko şov için. Parkın içinde yer alan Florida Park adlı mekanda muhteşem gösteriyi izliyoruz sangrialarımızı yudumlayarak.



Üçüncü gün Cordoba' ya doğru yola çıkıyoruz otobüsle. Zaten devamlı yollardayız. Rehberimiz Aslı Hanım "bir İspanyol' a 7 günde 6 şehir gezdim diye bu turu anlatsanız kafayı yer" diye boşuna demiyordu. Onlar gibi rahat ve yavaş bir millet için biraz zor bir program. 

Bizim tarihten özellikle camisi ve medresesiyle tanıdığımız Kurtuba gerçekten çok etkileyici bir şehir. Bir dönem yoğun bir Müslüman nüfusa ev sahipliği yapmış olan Endülüs bölgesinde görebileceğiniz çoğu eser Mudejar tarzında. Mudejar, İber yarımadasına Hristiyanlığın geldiği yıllarda burada yaşamaya devam etmiş Müslüman topluluğa deniyor. Tabi ister istemez bu dönemde Arap ve oryantal etkiler söz konusu. 

Şehre vardığımız gibi sonradan kiliseye çevrilen Cordoba camisini geziyoruz. Şu an tamamen turistik amaçlı geziliyor, ibadethane olarak kullanılmamakta. Ardında meydanda keyifli ama aylak aylak dolanarak bir tur atıyoruz ve Yahudi mahallesi olarak bilinen Juderia' ya geçiyoruz.

Cordoba Camii

Bu kadar gezi yeter diyoruz çünkü 50 derece sıcağı gördüğümüz Juderia' nın dar sokaklarında turlarken en son sıcaktan bayılmamak için başımdan aşağı bir şişesi su boşalttığımı biliyorum ki bu beni tanıyanlar için fazlasıyla şaşırtıcı bir durum :) Ve bunun hemen ardından İspanya kralının da Cordoba' ya geldiğinde gittiği restaurant olan Juderia' daki El Caballo Rojo' ya geçiyoruz yemek için. 1960' lardan beri hizmet veren bu köklü mekanda balık ve kırmızı et de yenebiliyor. Hatta boğa kuyruğu meşhurmuş ama vejeteryan olmamama rağmen bu kadar da sakatata girmeye lüzum yok diyerek balık tercih ediyorum. Gerçekten yediğimiz her şey çok lezzetliydi, dolayısıyla bu restaurantı da gidilecekler listenize ekleyebilirsiniz gönül rahatlığıyla. Çıkışta yine meydanı ve çevreyi turlayarak günü bitiriyoruz.

Bu bol saksılı evlerin duvarlarını gördünüz mü bilin ki Endülüs' tesiniz.


Dördüncü gün tabii ki yine yollar yollar... İstikamet Granada. Granada İspanyolca' da nar demek ve şehrin ambleminde de görebiliyoruz.


Granada demek Endülüs Emevileri' nden kalmış olan görkemli Al-Hambra Sarayı demek. 1200' lü yıllarda yapımına başlanan saray İslam medeniyetinin belki de en nadide eserlerinden. 19. yüzyılda restorasyonuna başlanmış ve ancak 20. yüzyılda bitirilebilmiş, restorasyon öncesi adeta dilenci yuvasına dönmüş olan atıl saray tekrardan kazanılarak turist ziyaretine de açılmıştır. Bahçelerini de gezerseniz -ki tavsiye ederim- rahatlıkla 2-3 saatte ancak bitirebilirsiniz sarayı.




Saray sonrasında Granada' nın ünlü caddesi Granvia' da geziyoruz. Endülüs kültürüne dair pek çok ürün bulabileceğiniz harika mağazalar var. 


Granada Katedrali ise son durağımız. İçinin ne kadar görkemli inşa edildiğine bakar mısınız? Gotik yapılması planlanan katedral yapım esnasında Barok ögeler de eklenince bir hayli gösterişli bir hal almış.


Granada' yı da bitirip otelimize dönüyoruz. Endülüs' teki son günümüz ise Sevilla' ya ait. Ertesi gün erken saatte tekrar otobüse doluşup yollara dökülüyoruz. Sevilla bana kalırsa Endülüs bölgesinin incisi. Her ne kadar ülkenin iç kısımlarında kalsa da bir sahil şehri kadar neşeli ve dinamik bir yapısı var, tam bir Akdenizli. Şehre girer girmez Plaza de Espana' ya uğruyoruz. Bu güzel kızıl meydan 1928 yılında inşa edilmiş ve Rönesans ruhunun İspanyol zevki ve mimarisiyle birleşimi olarak görülür. İleride gördüğünüz kolonların altındaki her bölmede İspanya' nın her şehri isimleri yazılarak mermerlerle betimlenmiştir.


Bu turu bitirip yine UNESCO Dünya mirası olarak ilan edilen ve Avrupa' nın hala yaşam sürülen en eski sarayı olan Alcazar' a geçiyoruz. 14. yüzyılda Araplar tarafından yapılmış olan bu saraya tabii ki yine gösterişli Mudejar tarzı hakim.


Saraydan sonra bir diğer ihtişamlı yapı olan Catedral de Sevilla' ya geçiyoruz. Bu katedralin içini gezmedik ancak sonradan biraz araştırdım da kesinlikle görülmesi gerekirmiş.



Görkemli sarayı gezdikten sonra Barrio Santa Cruz caddelerinde gezinebilir, flamenkoya dair her türlü malzemeyi daha uygun fiyatlı olarak bulabilirsiniz. Madrid' de veya İspanya' nın farklı bir şehrinde flamenko gösterisi izlemiş olsanız bile Sevilla' ya geldiğinizde daha yerel bir mekanda bir gösteri daha izlemenizi tavsiye ederim. Ben o zaman fırsat bulamamıştım ancak flamenko ruhunu en içten hissedebileceğiniz şehirlerden biridir Sevilla.

Birbirinden güzel şehirleri, capcanlı sokakları ve neşeli kültürüyle merakınız yoksa bile İspanya' yı görülecek yerler listenize almanızı öneririm. Geldiğinizde mutlaka kendinizi bu sıcak insanlara ve etkileyici tarihe kaptıracaksınız ;)

Not: Bu turumuzun bitimi Barcelona iledir esasen. Ancak zaten sadece 1,5 gün gezebidiğimiz için Barcelona' nın detaylarına diğer yazımdan buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.  

Edit Not 2: Bu yazım Türkiye' nin ilk flamenko dergisi Azul Mavi dergide gezi yazıları bölümünde de yayınlanmıştır.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Gezdim Gördüm #1: Barcelona, Andorra

Her yeni adımımı atarken duyduğum heyecan işte yine burada, pıt pıt kalbimde. Gezi yazılarının açılış kurdelesini burada kesiyorum sevgili okuyucularım :) Umarım zevkle takip edeceğiniz yazılar olur... Benim gibi dünya haritasında işaretleyeceği bir yeni noktaya daha aç olan, gezdiği gördüğü her sokağı caddeyi kendine kar sayan biriyseniz bu tarz gezi yazıları gitmeden önce okunması gereken olmazsa olmazlardandır. Ben de bu düşüncede olanlar için çorbada tuzum olsun mantığıyla gezdiğim gördüğüm yerleri sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bunlardan ilki geçen hafta sizi buralarda yazısız bırakıp çıktığım tatilim Barcelona, Andorra ve Mallorca. Mallorca başka bir postun konusu olacak çünkü fotoğraflarla beraber hepsi epey uzun yazılar, hazırlanın uçuşa! 

Bir haftalık turumuzu tamamen kendimiz organize ettik. Şu sıcak yaz günlerinde hem gezme hem deniz tatili olsun dediğimizden, Mallorca ve Barcelona' yı kombinlemiş hiçbir tur şirketi de bulunmadığından iş başa düştü ki böyle fırsatlara bayılırım. İspanya ve onunla ilgili her şeyi oldum olası sevmişimdir. Taa lise birinci sınıfta Jennifer Lopez ve Marc Anthony' nin meşhuur düeti No Me Ames' ten sonra ben bu dili öğreneceğim dedim-öğrendim. Yine taa çocukluğumdan sevdiğim flamenkoyu yine ben bunu bir gün öğreneceğim dedim-öğrendim, 2.5 yıl emek verdim. E bu kadar sevip görmemek olmazdı İspanya' yı. 9 yıl önce ilk çıkarmayı yaptım kendilerine Madrid, Barcelona ve komple Endülüs turuyla (ki bu da başka bir yazının konusu olacak). Bu kadar ara verip özlem artmışken, İspanyolcam tüm kibiriyle hafızamdan silinmeye başlıyorken, tüm parametrelerimiz İspanya' yı gösterirken eşim ve diğer çift arkadaşlarımızla rotamızı belirledikten sonra iş planlamaya geldi. Malum, kısıtlı zamanda maksimum yer gezebilme adına oraya gitmeden tüm müzelerin açılış-kapanış saatleri, lokasyon ve ücretleri araştırıldı, birbirine yakın olanlar eşleştirildi, aynı zamanda bir Barcelonalı gibi yaşanabilecek her türlü detay programa alındı. 

Eşler biraz hazıra konarken biz sevgili Firuze' yle haritaların, kitapların, internetin altını üstüne getirerek enfes bir plan çizdik. Buna göre sabah erken uçağımız Barcelona' ya varır varmaz merkezi otelimize yerleşip kendimizi sokaklara attık. Saati saatine ayarlı programımız başka zamana elvermediğinden hemen kızlar erkekler ayrıldık ve onlar FC Barcelona' nın meşhur stadı ve müzesini gezmek için Nou Camp' in yolunu tuttular. Biz hiiiçç ilgilenmediğimizden şehrin en ünlü caddesi Passeig de Gracia' yı keşfe çıktık. 


Her yerde buram buram Antoni Gaudi mimarisinin hakim olması sevmeyeni için abuk subuk binaların olduğu ama seveni içinse tam bir masal kitabının içinde geziyormuş hissi yaratan bu cici şehirde ikinci adresimiz Gaudi' nin başyapıtı La Sagrada Familia' ya başlamadan önceki son eseri olan Casa Mila yani diğer adıyla La Pedrera idi. 


Şehrin simgelerinden biri haline gelen bu apartman denizdeki dalgaların ve yosunların verdiği ilhamla 1910 yılında tamamlanmış ve dahilinde hiç düz duvar barındırmamasıyla ünlü. Ünlü Mila ailesinin yaşadığı bu apartmanın dışı kadar içi de dönemi ve ailenin zenginliğini hayli vurguluyor. 


Ailenin çocukları için yaptırdığı bu devasa bebek evi de bunlara bir örnek. Fotoğrafı iyice yakınlaştırıp öyle incelemenizi tavsiye ederim, ben detaylara ve işçiliğine hayran kaldım.


Buradan çıkışta günü bitirmeden hemen yürüyerek (şehri keşfetmenin en güzel yolu) 15-20 dakikada vardığımız Gaudi' nin son şaheseri ve "bitmeyen kilise" olarak tarihe geçen La Sagrada Familia' ya (kutsal aile) geldik. 1882 yılında yapımına başlanan ve Gaudi' nin inşaat boyunca bazilikada kaldığı ancak tramvay çarpması sonucu hayatını kaybetmesinden dolayı o zamandan bu yana yapımı tamamlanamamıştır. Bunda modern mimarinin öncülerinden kabul edilen ünlü mimarın karmaşık tarzının çözülmesindeki güçlük ve o zamanki yöntemlerin günümüz teknolojisine uydurulmasında yaşanan sıkıntılar etkili olmuş. 2022 yılında bitmesi planlanıyormuş. Bence bitmiş halini de görmek gerek çünkü gerek dış gerek iç mimarisi oldukça etkileyici. İçerideki akustiğin güzelliğini söylemiyorum bile. Bir dipnot giriş biletinizi bizim gibi yapıp daha Türkiye' deyken internetten satın alırsanız 1, bazen 2 saate varan gişe kuyruğunu kolaylıkla geçmiş olursunuz, vaktiniz size kalır.



Bu turumuzu da tamamladıktan sonra ilk gün akşam yemeğimizi Pans & Company' e kurban vererek (yorgunluktan dolayı) son durağımız Illa de la Discordia üzerindeki yine Gaudi eseri Casa Battlo' ya gece çıkarmamızı yapıyoruz. Sebebi ise zaten ismi (house of bones-kemik evi) olan bu apartmanın gece ışıklandırmalarıyla çok daha görkemli ve ürkütücü duruyor olması. Günü tatlı bitirelim diyerek Barcelona' nın ünlü pastane-cafelerinden Farga' ya girip birbirinden güzel tatlılarından yiyoruz. Burada aynı zamanda hediyelik alabileceğiniz Gaudi mimarisine gönderme yapan ambalajlarla kaplı çikolata ve şekerlemeler de mevcut. (bu işleri son dakikaya bırakanlardansanız Barcelona havaalanının içinde de bir şubesi var) Bademli pastası ve limonlu cheesecake' ini tavsiye ederim. Benim yediğim crem catalana diye bilinen Katalan mutfağına ait anason aromalı üstü crem brulee altı cheesecake benzeri bir tatlıydı ki anasondan dolayı pek beğenmedim, notlarınızı alınız efendimmm...  




İkinci günümüz ise Andorra' ya aitti. Yine önceden biletlerini aldığımız otobüs ile sabah 8:15' te yola çıktık. 3 saat 15 dakikalık yolculuğun ardından kayak cenneti olarak bilinen ama turistlerin daha çok gümrüksüz alışveriş için tercih ettiği, tahmini 90000 nüfuslu bu şirin prensliğe vardık. İnternette ve kendi çevremden mutlaka gidin/gitmeyin diye pek çok farklı yorum duyup bocalamama rağmen, o dünya haritasına bir ülke daha ekleme merakıma yenilip "bir daha ne zaman gideceğim ki?" diyerek gitme kararı aldık. 

Sadece ve sadece 31 km² olan bu küçük ama zengin ülke bana Lüksemburg' u hatırlattı. Tipik şirin, sessiz, sakin, temiz, düzenli bir Avrupa şehri-ülkesi.


Gelelim notlara. Bir kere öyle söylendiği kadar çoookk ucuz bir ülke değil. Sadece gümrüksüz alışveriş. Aldığınız şeyin diğer ülkelerdeki vergi oranının fazlalığına göre mantıklı ve makul oluyor alışverişiniz. Parfümler genel olarak duty-free mağazalarından ucuz. Ülkemizdeki fiyatların üçte biri veya dörtte birine bulabileceğiniz diğer şey ise alkollü içkiler. Dönüşte havaalanından halletmeyi düşündüğünüz bu tarz alışverişinizi gözü kapalı burada bitirin çünkü iddia ediyorum hem kolay bulamayacağınız markaların hepsi mevcut hem de bu fiyatlar dünyanın başka yerinde zor bulunur. Örnek: Türkiye fiyatı 90 TL olan 1 Lt. Absolut' un 4,5 litrelik şişe fiyatı 107 TL' ye denk geliyor. İlgilisine duyurulur.

Elektronik alışverişiniz de varsa kesinlikle burada yapın. Cep telefonundan ziyade, kamera, Apple TV, Play Station, GoPro tarzı "büyüklere oyuncaklar"ın fiyatları oldukça makul. Kayak malzemesinde fiyatların çok uygun olduğunu duyduk ancak ne yazık ki Pireneler' e sırtını yaslamış bu kayak kentinde sezon dışı bulunduğumuz için hiçbir dükkanda bulamadık. 

Lüks markaların tamamının şubeleri yok, o yüzden ilgilendiğiniz özel bir marka varsa gitmeden önce internetten kontrol etmekte fayda var, fiyatlarda alınabilecek farklar olabiliyor. 


Fazla gezdik yorulduk, öğlen yemeği için buranın iyilerinden olan And Zone Burger' i tercih ettik. Gerçekten namını hak ediyor. Dana etinden yapılan lezzetli hamburgerlere baharatlı küp patatesler eşlik ediyordu, yanında gelen önce haşlanıp sonra tereyağı ve ne olduğunu çıkaramadığımız bir baharatla çevrilmiş mısır bir harikaydı. Sadece o mısır için bile Andorra' ya tekrar gidilir :) (Fazla mı boğaz düşkünüyüm emin olamıyorum bazen). Yemekleri bitirip turumuza devam ederken o ana kadar 28 derecede t-shirtle, sandaletlerle gezip bunaldığımız bu epey yüksekteki dağ şehrinde kara bulutlar belirip bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru görünce sabahtan beri bizi "bakın internet gök gürültülü sağanak yağışlı diyor" diye uyaran eşimi dinlemediğimize pişman olduk. Moralleri bozmayıp yağmurun ve Andorra' nın tadını çıkardık ve sokakları gezerken mutlaka burayı bir de kışın karlı zamanda görmek gerektiğine karar verdik. 

Bu fikirle akşam 20:15 otobüsümüze binip yola çıktığımız sırada Andorra bize son sürprizini yaptı. 10 dakika önce artık serinlemiş ama 14 derece civarına ancak gerilemiş olan hava henüz kararmamışken sınır kapısına yaklaştığımız sırada yerdeki çimenlerin üzerindeki en az 2 cm kar kalınlığıyla neye uğradığımızı şaşırdık. Şoktan fotoğraf makinasına ancak yetişip ucundan kıyısından görüntüleyebildik. Otobüs şoförümüz karın 15 dakika önce yağdığını söyledi. Meğer orada böyle havalar çok normalmiş. Bir günde dört mevsim lafının birebir yaşanmışı işte size! :) 




Rica ediyorum çok sevdiğim coğrafya hocalarım bunu bana açıklasın, biz böyle bir şey görmemiştik ama derslerde!? :) Yine de her şeyiyle Andorra' yı çok sevdik, size de tavsiye ederiz.

Ve 3. gün ve dopdolu bir program daha. Bugün eski şehir kısmını yoğunlukla gezeceğimiz için biraz hız kazanabilmek ve yerel halk gibi yaşayabilmek adına bisiklet kiraladık. Budget Bikes' tan kiraladığımız bisikletlerle gün Barcelona Katedrali' nde başladı. Sonra şehir tarihi müzesini gezecekken (Museu d'historia de la Ciutat) internette yazmamasına rağmen pazar günü kapalı olduğunu öğrendik, dışarısından bir tur atar atmaz rotamızı şehrin diğer önemli katedrallerinden olan Basilica de Santa Maria del Mar' a çevirdik. İyi ki de öyle yapmışız. Bazilikaya vardığımızda bir düğün töreni yapıldığını gördük ve tabii ki hemen içeri girdik izlemeye. Düğünden bir fotoğrafı instagram'da paylaşmıştım. Oradan sonra Picasso müzesine girmeye niyetlendiysek de ne yazık ki dar bir sokak olan Carrer Montcada' da bulunmasından dolayı bisiklet parkı epey uzakta kalmıştı ve çılgın gişe kuyruğundan burayı ziyareti sonraya bıraktık ama malesef tekrardan vakit bulamadık. Burası da Figueras şehrindeki Dali müzesi gibi bir sonraki gelişte gidilecekler listesine kaldı.

Barcelona sokaklarında bisiklet turumuz

Bisiklet tepesinde 35 derece sıcakta hayat kolay değil; o zaman yemek vakti! Şehrin güneyine doğru yollandık, sahile çok yakındaki muazzam güzel Parc de la Ciutadella'yı da bisikletle turladıktan sonra öğle yemeği için Port Olimpic' e geçtik. 


Olimpiyatlar nedeniyle bölgedeki fabrikaların kaldırılmasından sonra burası plaj, restaurant ve barlara ayrılmış. Cıvıl cıvıl bir bölge. Kordon boyunca solunuz baştan başa plaj ve güzel denizin keyfini çıkaranlarla dolu, sağınız ise sıcaktan bunalıp acıkan restaurantlara akın edenlerle. Bu iki arada kalan yürüyüş bisiklet yolundan bizde olsa eminim 2şer şeritli gidiş geliş yol yapılırdı. O kadar rahat ve ferah gezebiliyorsunuz. Buradaki mekanlar gece hayatında da oldukça renkli.

La Barceloneta plajı

Hemen Tapa Tapa adlı mekana giriyoruz daha fazla dayanamayarak. İspanya' nın olmazsa olmazı meze kıvamındaki tapas menüsünü inceleyerek öğlen saatlerine ağır gelmeden tok tutacak seçimler yaparak ortaya da İspanya' nın meşhur deniz ürünleri çeşnili bir tür pilavı olan paelladan sipariş veriyoruz. 


Kısa molada enerji toplayıp biniyoruz yine bisikletlere. Limanın kuzeybatısına doğru ilerleyip Monument a Colom yani Kristof Colomb heykelini gördükten sonra Barcelona' nın "bizim Taksim" diye ünlenen caddesi Las Ramblas' a giriş yapıyoruz. 



Palau Güell ve pek çok opera binasının üzerinde bulunduğu bu cadde gerek aşırı insan yoğunluğundan gerekse şehrin meşhur yankesicilerinin cirit atmasından dolayı bize çok keyif vermedi-yol boyunca ağaçlık, serin ve gölgeli olmasının dışında. Ara sokakta kalan Plaça Reial' in de havasını soluduk. Yol üzerinde tabii ki yine Gaudi eseri Palau Güell' i de gördükten sonra bisikletleri Las Ramblas' daki şubesine bırakmaya karar veriyoruz ki kötü bir sürpriz! Diğer şubede bisikletleri herhangi bir ofise bırakabileceğimiz söylenmişti ama buradaki ofis böyle bir şeyi Barcelona' daki hiçbir firmanın yapmadığını söyleyince sabahtan beri çoookk uzaklarda kalan ofise gidecek olmak o bitkinlikle bizi hüsrana uğratıyor, ta ki şubedeki görevli bir üst sokaktan girip 5 dakika dümdüz ilerlersek diğer ofise varabileceğimizi söyleyene kadar. Burada da şehrin geometrik olarak güzel planlanmış olmasının ekmeğini yedik açıkçası. Bu arada Las Ramblas üzerindeki yerel market olan La Boqueria da görülesi bir mekan, hem ayaküstü tapasçıların olduğu hem taze meyve, sebze ve hediyelik eşya bulabileceğiniz hareketli bir yer. 

Bisikletleri bırakıp otelde kendimize çeki düzen verdikten sonra tekrardan yemek ve akşamki flamenko gösterimiz için Las Ramblas' nın yolunu tuttuk. Palau de la Musica Catalana' daki showa geçmeden önce mekana yakın olan Attic restaurant' ta akşam yemeğimizi aldık. Servisin ve yemeklerin iyi olduğu bu mekanı öneririm. Özellikle yaprak yaprak kesilmiş kızartılmış enginarı ben de atıştırmalıklarım arasına aldım. Bu gelişimde dikkatimi çeken bir nokta genelde çok yavaş olan İspanyol restaurantları ve garsonlarının epey hızlanmış olmasıydı. Gittiğimiz hiçbir mekanda her zaman yapılan uyarılar gibi bir saat bir buçuk saat yemek beklemek durumunda kalmadık. Belki keyif insanı İspanyolların yemek saati olan 22.00' de değil de kendi biyolojik acıkma saatimiz olan 20.00 civarında gittiğimiz içindir. 

İspanya' nın vazgeçilmez içeceği Sangria' yı tatmadan dönmemek lazım. Klasik tarif adını aldığı "kan" olan kırmızı şaraptan hazırlansa da beyaz şaraplı versiyonları da var. Gerçek tada ulaşılması için bir gece önceden hazırlanması gerekiyor. Kırmızı şaraba katılan yarım ölçek brandy (veya portakal likörü de olabilir) biraz limon ve portakal suyu karıştırılır. Sürahinin büyüklüğüne göre az bir miktar şeker katılıp karıştırılır. Son olarak da içine aromasını vermesini istediğiniz tüm meyvelerden katabilirsiniz. Ancak klasiği kabuklu yeşil elma, portakal, yeşil ve sarı limon dilimleridir. İspanyol içkisi demişken bir not daha düşeyim. Yine onlara özgü köpüklü şarap olan "cava" da aklınızda olması gereken İspanyol klasiklerinden.


Ve geçiyoruz enfes flamenco şovu için Palau de la Musica Catalana' ya. 1908' de inşa edilen bu salon Avrupa' nın doğal ışıkla aydınlatılmış tek konser salonudur. Yine önceden biletlerini almıştık tabii ki işimizi şansa bırakmamak için. Size de tavsiyem aynı şekilde yapmanız yoksa yine kuyrukta çok vakit kaybedebiliyorsunuz üstelik de bilet bulamama ihtimali oluyor. 


Buradan çıktıktan sonra yine boğaz yine boğaz! :) Tatlı yemeden gece biter mi hiç? Konser salonunun çok yakınındaki (Plaça Catalunya' ya 5 dakika yürüme mesafesinde) 5 yıldızlı Ohla Hotel' in Michelin yıldızı sahibi Saüc Restaurant' ına uğradık. Karamelize muz ve yeşil limonlu cheesecake' i takdire şayandı gerçekten hem lezzet hem sunum açısından. 

Barcelona' daki son günümüz. Barcelona' nın ünlü tepelerinden Montjüic' teyiz. Burası pazartesileri kapalı olduğundan Museu Nacional d'Art de Catalunya' yı gezemiyoruz ne yazık ki. Malum, Barcelona' yı birbirine yakın bölgelere ayırarak gezdiğimiz bu bölüm pazartesine kaldı. Kapalı olan müzelere denk gelmiş olsak yine de optimumda değerlendirilen bir program yaptığımızı düşünüyorum, ne de olsa günlerce saatlerce çalışmanın emeği :) Bu tepede yer alan Poble Espanyol' u geziyoruz. 1929' da İspanyol mimarisinin genel hatlarını göstermek amaçlı geçici bir açık hava sergisi olarak yapılan bu mahalle sonradan halk tarafından benimsenmiş ve yıkım kararı durdurulmuş. 1980' lerin sonunda da yenilenmiş. Ayrıca tavsiyem Montjüic tepesinden teleferikle şehre inmeniz. Manzara ayaklarınızın altında.


Boğa güreşi daha çok Kastilya bölgesine ait bir gelenek olduğundan buradaki arena en son 1970' lerde kullanılmış ve sonradan içi alışveriş merkezi olarak düzenlenmiş. Alışveriş demişken buradan başka en kolay her şeyi bulabileceğiniz yer Passeig de Gracia. Burada hem lüks markaları hem de Mango ve Inditex grubundaki tüm markaları bulabilirsiniz. Ayrıca caddede biri başında biri sonunda olmak üzere iki adet "El Corte Ingles" bulunuyor, departman mağazalardan hoşlanıyorsanız burada da çok fazla seçenek mevcut.


Buradan bir diğer tepede konuşlanmış olan Parc Güell' e geçiyoruz. 1890' larda Kont Eusebi tarafında bahçe-şehir kurmakla görevlendirilen Gaudi 60 evden oluşan projenin çok az kısmını gerçekleştirebilmiş. Bunlardan en önemlileri de zaten seramik hayvanlarla süslü olan merdivenlerle balkonuna çıkılıp Hansel ve Gretel' deki pastadan evi andıran 2 sevimli Gaudi yapısı ve şehrin sembolü haline gelmiş olan seramik kertenkele. Bitmeyecek gibi gelen yürüyen merdivenlerle çıkılan bu dik yokuşlu tepe sonunda size Montjüic' ten de güzel bir Bacelona manzarası sunuyor.


Ve yine açlık! :) Tavsiye üzerine gidilecekler listesine aldığımız Barceloneta plajındaki Gallito adlı mekan da lezzetli yemekleriyle bizden tam puan aldı. Daha önce tatmamış olduğum sauvage pirinci de kesinlikle favorilerim arasına girdi. 


Buradan artık Barcelona turlarımızı tamamlamış olarak son bir yürüyüş için Passeig de Gracia' ya geçtik. Akşam yemeğimizi de Barcelona' nın en ünlü tapas restaurantı olan Catalana' da yedik. Rezervasyon almadığı gibi uzun kuyruk beklemenizi gerektiriyor. Bize başta 50-70 dakika verilen bekleme süresini biz tam pes etmek üzereyken başka pes edenlerin gitmeleriyle 30 dakikada kurtardık diyelim. Ama inanın gerçekten değiyor beklediğinize, Barcelona' daki en en en lezzetli tapaslardı yediklerimiz. 



"Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun" kısmını atlamayı sevmeyen, her güzelliği paylaşmak isteyen bir yapım olduğundan bu kadar detay verdim. Umarım gerçekleştirmenize ilham verecek bir gezi yazısı olmuştur. ;) Mallorca yazısı da resimleri ve tüm detaylarıyla çok yakında blogda olacak...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...